Kutuplarda ayı avcıları buzların içine jilet kadar keskin bir baltayı yerleştirir, keskin tarafın üzerine biraz kan sürerlermiş. Bunu bilmeyen ayı gelip kanı yalarken kendi dili kesilirmiş. Ama kanın tadından dilinin acısını fark edemez, kendi kanını yalamaya başlarmış. Damarlarındaki kan tükenince olduğu yere yığılırmış. Avcıda gelip derisini yüzermiş. Avcılar ayıları kurşunla vururlarsa ayının postu delinir ve bu yüzden çok para etmeyeceği için bu yolu denerlermiş.
Şimdi o kan tadını kendi dilimde hisseder gibiyim.Bu bilgiyi öğrenince anladım dilim yıllardır kesikmiş benim... Yıllardır ben de kendi dilimden akan kanı emip duruyormuşum...
Başlarda gücümün tükendiğini, kan kaybettiğimi fark etmiyordum. Ama artık ediyorum. Kanım tükeniyor ne zamandır. Böyle giderse yere yığılmam ve birilerinin gelip derimi yüzmesi yakındır...
Yıllardır kendi kanımı emmekten bu hayatta kabul gören her şeye meydan okuyacak cesareti bir türlü bulamadım kendimde... Oysa kurtuluşum bu cesareti bulmamdan geçiyordu...
Bu cesareti bulamadığım için çareyi kendi kanımı emmekte bulmuştum. Tükeneceğimi bile bile...
Dilimi kesen o keskin bıçağın ne olduğunu anlamaya kalkışmadığım için... Varoluşunun o arka bahçesine hep gözlerimi kapattım. Küçük bir inanç yeterdi yaşamam için. O yaşayabilmek ve ayakta kalabilmek için ihtiyacım olan kendimi aldatma inancı... Bu küçük ve zavallı inanç kendi kanımı emerken kendimi unutmama yeterdi. Böyle yaptım.
Hayatı o keskin bıçaktan değil, okullarda bana öğretilenlerde arayıp bulmaya çalışmıştım. Kanım tükenmeye yüz tutunca anlamıştım, okullarda hayatı öğretmiyorlardı, aksine okullarda hayatı olduğu gibi görmemem için gözlerimi bağlıyorlardı. Eğitim başımı eğip dilimi o keskin bıçağın üzerine sürmemi öğretmişti bana...
Gözlerim bağlıyken öğrendiğim şey hep suçlu olduğum ve hiçbir zaman bu suçtan kurtulamayacağımdı... Gözümdeki bağı çıkarıp atmaya her kalktığımda suçlu hissediyordum kendimi. Gözlerim bağlıyken yaşamanın ve bu suçtan kurtulmamın bedeli alçaklığı ve ikiyüzlülüğü becerebilmekti... Aç kalmamak istiyorsam ikiyüzlü ve alçak olmam gerekiyordu... Ve durmadan kendi kanımı emmem.
Bu yüzden beni kim mutsuz ediyorsa, kim gözlerimi bağlayıp usul usul kanımı emiyorsa ona tapıyordum... Bildiklerimi unutturanlara... Bak sana doğruları öğretiyoruz, sarıl onlara ve geleceğe hazırlan, diyorlardı bana... Gözlerimi bağlayanların doğrularına sarılıyordum ben de. Kendi kanımın kokusundan o bu doğruların içindeki hile ve ihtiras kokusunu duyamıyordum... Geleceğim, diye sarıldığımın usul usul bir tükeniş, bir harcanma olduğu fark edemiyordum. Ben kendi kanımı emerken gözlerimi bağlayanlar da düşlerimi emiyorlardı. Bana ne sunarlarsa, ne gösterirlerse ona inanmakla ve bağlanmakla görevli sayıyordum kendimi... Bir zeka tutulmasıydı yaşadığım, budala bir inanıştı... İşte zaman zaman kendime duyduğum hayranlığın temelinde bu zeka tutulması, bu budala inanışlar vardı. Kendime hayran oldukça kendi kanımı daha bir iştahla emiyordum...
Bazen gözlerimdeki bağlardan sıkılır, onu hafifçe aralar, hayatın nasıl bir yer olduğuna ve varlıkların ardında nelerin saklı olduğuna bakardım... İşte o zaman ne denli ikiyüzlü ve alçakca bir yaşam sürdürdüğüme bir kez daha tanık olurdum. İşte o zaman hiçbir acımasız zenginin suratına cesurca tükürmediğimi ve gözlerimdeki bağı sonsuza dek atamadığım sürece bunu hiçbir zaman yapamayacağımı anlardım... İşte o zaman aklıma şairler bilgeler, deliler, cesur nihilistler gelirdi, o soylu yoksullar gelirdi, gözlerim bağlı olmadığımda gizli gizli okuduğum: Eski Yunan'da yaşamış ve kendi kanını emmemek bir fıçıda yaşamayı göze alan, karnı acıkınca ise karnını sıvazlayıp; bakın ne güzel doydum, diyen ve onu ondan kopartacak her şeyle bağını kopartmış Diyojen gelirdi...
Bir gün zenginin biri Diyojen'i evine götürmüş, adamın evi çok lüks ve tertemizmiş: Yerlere sakın tükürme, her yer çok temiz demiş, adam Diyojen'e... Diyojen, kalkıp adamın yüzünün ortasına tükürmüş ve: Bu evdeki en pis yer senin yüzün, o yüzden tükürdüm yüzüne, demiş...
Gözlerim bağlıyken Dijonen'in hep bu sözünü düşünür kalbim çaresiz bir umutla çarpardı... Kalbim, uzağımda kalmış cesur çıkışlara, hep ertelediğim yolculuklara, bir yerim var bana çok yakın, ama benden uzakta diyen o hasretime çarpardı...
Ben Diyojen gibi yaşamak isterdim, ama okullarda bana ve benim gibilere ya zengin, zengin olamazsanız, dilenci olacaksınız, diye öğretirlerdi...
Zengin ve dilenci... Lüks içinde ve asalak... Ortası yoktu sanki. Hayatı, düşleri, anlamları omuzlarında taşıyan başkaları yoktu. Diyojenler, şairler, deliler, bilgeler, isyankarlar ve o soylu yoksulların yeri yoktu bana sundukları bu toplum haritasında... Çünkü cesaret isterdi şair, bilge, deli, isyankar ve soylu bir yoksul olmak için... Bu hayatın arka bahçesini, varlıkların ve görünenlerin ardındakileri görebilmek için çok cesur ve çılgın olmam gerekiyordu... Gözlerimi bağlayarak bana kabul ettirmek istedikleri her şeye koşulsuz meydan okumam gerekiyordu...
Kabul etmek ve boyun eğmek içinse sadece sahte bir yaşam umudu, giderek karaktere dönüşen bir ikiyüzlülük ve bolca alçaklık yeter artardı bile... Bunlar da bende çokça vardı zaten. Kanımın tadını sevmeyi öğrenmiştim çoktan. Gözlerim bağlıyken daha huzurluydum... Gözlerim bağlıyken kendimi saf ve ahlaklı buluyordum. Gözlerim bağlıyken çirkeften ve kötülükten uzak sanıyordum kendimi... İyiliklerim dakik ve planlıydı. İyi olma günlerim vardı... Ahlaklı ve örnek insan olma haftalarım vardı... Beni mutsuz edenlere ve harcanmak için ellerine geleceğimi teslim ettiğim insanlara tapma mevsimlerim vardı...
Hiçliğin silahları gelip içimdeki boşluklardan vurmasın beni diye, daha uzun aralıklarla açıyordum gözlerimdeki bağları... Kalbime benden çok uzaktaki, ama bana çok yakın olan o yaralı ve o uyumsuz yanımı küçümsemeyi öğretiyordum durmadan...
Kaçış günlerimi, yalan yere umutlandığım yılların içinde görünmez kılıyordum... Edindiğim en büyük tecrübe kendimi aldatmada gösterdiğim o denenmiş, o büyük tecrübeydi...
Kendimi aldatmamamın bir sınırı yoktu... Çoğu kez yoksullardan yana gözükürdüm, ama hiçbir şeyden korkmadığım kadar korkardım yoksulluktan... Yoksulluk bana yaşamadan ölmeyi hatırlatırdı hep...
Hatta o çamurlu kaldırımlar, karanlık sokaklar, izbe ve metruk evler, o hastalık taşıyan evler ölümden daha çok ürkütürdü beni...
Kendimi kendi gözümde aklayabilmek için ideolojilere bağlanırdım, kuramlara, öğretilere... Çıkar gözetmeyen duygular içinde olduğuma inandırırdım kendimi... Oysa en çıkar gözetmeyen duygular içindeyken bile bilirdim ki ne yapıyorsam hep kendim için yapıyordum. Kendimi daha çok sevmek için... Kendime duyduğum hayranlığı biraz daha pekiştirmek, güce ve daha çok önemsenmeye duyduğum ihtiyacımı giderebilmek için...
Oysa kendi kanını emen ve emdikçe tükenen biri için kendini sevmek ne kadar mümkün olabilirdi ki... Gözleri bağlı olduğu için hayatın arka bahçesini ve varlıkların görünmeyen yüzünü görmekten hep korkan biri giderebilir miydi hayran olunmaya duyduğu o hastalıklı ihtiyacı... Güce ve önemsenmeye duyduğu açlık, daha derin ve daha onulmaz boşluklar açarak büyümez miydi insanın içinde.
Gerçek yüzünü göstermeden sevilebilmek... Hayranlık ihtiyacı... Güce ve önemsenmeye duyulan saplantılı arzu... Bütün bunlar toplumsal bir sahtekar olmadan elde edilebilir miydi...
Ben ne istiyorsam, onlar da onu istiyordu görüştüğüm, birlikte olduğum insanlar... Hepimiz sahtekar olduğumuz için birbirimize katlanıyorduk... Bir alışveriş dünyasıydı kurduğumuz dünya. Ben onları önemsiyor, seviyor, hayranlık duyuyor gibi yapıyordum, onlar da aynısı bana yapıyorlardı... Birbirimizi seviyor gibi yapıyorduk... Yaşamıyorduk sanki... Söylediğimiz yalanlarla birbirimizi yaşatmaya çalışıyor, boşluklarımızı kapatmak için bir araya geliyor, bir araya geldikçe daha sona kapatma vaatleriyle birlikte boşluklarımızı daha da büyütüyorduk...
Boşluklarım büyüdükçe güce ve önemsenmeye duyduğum ihtirasım daha da artardı... Bana dayatılan doğrular nasıl birer hileyse, içimde büyüyen ihtiraslar da kötülük yapma arzusu olarak belirirdi içimde...
Şehirde böyle bir moda yayılmıştı çünkü. Kötüler daha çok ilgi görüyordu. Kötüler daha çekici geliyordu insanlara. İyilik hep yedekteydi. Kötülük afişlere yazılıyordu... Birbirimizi önce zor duruma düşürecek, aldatacak, kırıp incitecek, sonra birbirimizde açtığımız yaraları sarmaya çalışacaktık. Nasıl birbirimizi seviyor gibi yapıyorsak, işte yaralarımızı öyle sararmış gibi yapacaktık... Duruma göre, gücü gücüne yetene göre, bazen kurban, bazen cellat olacaktık... İlişkilerde bazen minnettar kalıyormuş gibi yapacaktık birbirimize, ama hiç beklemedik anlarda birbirimize gerçekten acımasız despotlar gibi davranacaktık...
Bir araya geldiğimizde sevgi, dostluk, fedakarlık gibi sözcükler uçuşup duracaktı aramızda... Bu sözcükleri kanı çekilene kadar birbirimize söylemekten hiç usanmayacaktık...
Oysa gözlerimiz ne kadar bağlı olursa olsun, kendi kanımızı emmekten ne kadar zevk alırsak alalım, kalbimizin arkasında başka bir kalp, ruhumuzun arkasındaki bir başka ruh birbirimizin arkasından söylenenleri eğer bilebilecek olsaydık bu sözcüklerin aslında ne kadar anlamsız olduğunu hatırlatacaktı bize...
Sevgi, dostluk, fedakarlık sözcükleri aramızda ne kadar uçuşursa uçsun aslında nereye doğru yolculuk yaptığımızı, gözlerimizin hangi hedefe takılı kaldığını biliyorduk... Zenginliğin kalbine, lüksün içine... İşte bu yüzden hayranlık duyduklarımızın önünde köle, küçümsediklerimizin karşısında şeytan rolüyle çıkardık...
Oysa ne köle olmayı başarabiliyorduk, ne de şeytan... Sadece birer köle taklidi, sadece birer şeytan taklidiydik. Sıradanlıktan kurtulabilmek için birbirimize yaptığımız kötülükler hayatın bize yaptığı kötülükleri değiştirmeye yetmeyecek kadar aciz ve sıradandı... Birbirimize yaptığımız kötülükler sadece önünde diz çöktüklerimizin işine yarıyordu... Birbirimize yaptığımız ve yapmayı düşündüğümüz kötülükler, biz o zavallı rollerimizin içinde kıvranıp dururken sadece hayatın o büyük kötülüğünü çoğaltmaktan başka bir işe yaramıyordu oysa...
Hayatın o büyük kötülüğü çoğaldıkça zengin olma umutlarımız giderek azalıyor, bu umut azaldıkça gözlerimiz acı çekmeden dilenci olmanın yollarına çevriliyordu... Çünkü tarihin bütün kötü zamanlarını içine alarak ve çağların arasında gitgide kaybolan ülkemiz sadece iki şekilde yaşamanın yollarını gösteriyordu bizlere: Ya lüks içinde yaşayacaktık ya da asalaklığı tercih edecek, sadaka alarak yaşayacaktık... Ve arada kalanları hep unutarak... Arada kalanları unutarak yaşamanın yolu ise her geçen gün daha da yırtıcı olmanın yollarını öğrenmekten geçiyordu... Yırtıcı, ama hiç fark edilmeyecekti... Yıkıcı, ama kibarlıkla süslü. Acımasız, ama kültürle boyanmış ve gizlenmiş olacaktı... Birileri yok edilecekti, ama bu yok ediliş hemen gözlerden kaçırılacaktı. Çatışmalar çıkacak, hayatlar söndürülecekti, ama trafik aksamayacak, mahvedilen hayatların önüne hemen bir paravan çekilip; hiç şey yok, herkes eğlencesine devam etsin, denilecek ve hayat kaldığı yerden yine akmaya devam edecekti...
Kimse yaptığı kötülükten kendisini sorumlu tutulmayacaktı... Caniler geçmişte anneleri tarafından az sevildikleri için yaptıklarından dolayı sorumlu olmayacaktı... Zenginliği elde edebilmek için kendilerinden güçsüzleri hınçla ezip geçtiklerinde, çocukluklarında mağduriyet yaşadıkları için böyle davrandıkları söylenip bağışlanacaklardı...
İsyankarlıkları ancak düzenin bir parçası olduğunda hoş görülebilecekti... Kimsenin üzerinde kalmayacaktı kötülük... Şeytan dünyayı terk edip gidecekti.Ya afişlerde kalacaktı adı, ya da şehrin en kalabalık, ama insanların kendisini en yalnız hissettiği meydanlarda sevimli bir palyaço gibi gezdirilecekti... Ölüm bizden hep uzakta, ölüm sadece çamurlu ve yoksul sokaklara yakışan iğrenç bir durum olarak hissedilecekti... Annemizin sütünden sonraki en helal şey olan ölüm sadece başkalarının başına gelen kötü bir skandal sayılacaktı... İyilik kötülüğe eşdeğer olacaktı, hayat ölüme... İnsanlar vatanlarını çok sevdiklerini söyleseler de, onu her geçen gün biraz daha az tanıyacaklardı...
Tıpkı kendilerini daha çok sevdiklerini sandıkça kendilerinden nasıl biraz daha uzaklaşıyorlarsa öyle yanlış, öyle eksik seveceklerdi vatanlarını...
Gözümdeki bağı kaldırıp hayata baktığım o kısacık anlarda görmüştüm işte bunları... Bir de uykusuz kaldığım gecelerde... Dilimdeki kesik en çok böyle zamanlarda acı verdi bana... Bu yüzden artık onu bana çok uzak, ama çok yakın kendimi geri çağırmak için kullanmalıyım... Ne kadar acırsa acısın bana bugüne dek ne kabul ettirilmeye çalışılmışsa onlara meydan okuyabilmek için varolmalı o benim için...
Bu azalmış kanımla ne kadar uzağa gidebilirim ki; ama artık başkaları değil, tüketeceksem ben tüketmeliyim onu..
Başkalarına acı ve mutsuzluk vermediğim bir yer olmalı... Yıkıcı ve acımasız olmadığım... Varsın kimse hatırlamasın beni... Artık gözlerimdeki bağa değil, kafamdaki karışıklığa tapmalıyım..Kendi kanıma değil, Diyojenlere, şairlere, bilgelere, delilere, o soylu yoksullara tapmalıyım..
Yalan söylediğimde en dilimdeki kesik hep sızlamalı... Lüks içinde yaşamak ya da sadaka almak için birilerine yalvardığımda daha çok sızlamalı... Böyle anlarda bana hep kendisini hatırlatmalı...
Beni bilmeden yaşadığım bu ısmarlama hayatım değil, her şeye rağmen öğrendiklerim mahvetmeli...
Avcılar değil, beni gözümü bağlayanlar yüzünden değil, mahvolacaksam ben kendi istediğim için mahvolmalıyım.
Çünkü ben kendi kanımı emerken hayatın arka bahçesinde, varlıkların ardında ne olmuşsa biliyorum ki benim yüzümden oldu... Biliyorum artık dünyadaki bütün yıkımlar, bütün katliamlar dilimdeki bu kesik yüzünden oldu...
Şiir Sitesi
Ünlü şairlerin kaleminden şiir adına ne varsa sizlerle.